4 Haziran 2011 Cumartesi

23 Kasım 2010 Salı

ZAMAN KIRINTILARI



Biz, zaman kırıntıları,
Zaman sinekleri,
Tozlu camlarında günlerin sessiz kanat çırpanlar
Ve lüzumsuz görenler artık
Bu aydınlıkta kendi gölgelerini!

Sanki siyah, simsiyah taşlar içinde
Siyah, simsiyah kovuklarda yaşadık biz,
Sanki hiç görmedik birbirimizi,
Sanki hiç tanışmadık!
Dünya bize öyle kapattı kendisini...




Neye yarar hatırlamak,
Neye yarar bu cılız ışıklı bahçelerde
Hatırlamak geçmiş şeyleri,
Bu beyhude akşam bahçesinde
Kapanırken üstümüze böyle
Zaman çemberi
Hatırlıyor yetmez mi
Güneşe uzanan ellerimiz!

Aynalar sonsuz boşluğa
Çoktan salıverdi çehremizi,
Yüzüyoruz,
İpi kopmuş uçurtmalar gibi.
Biz uzak seyircisi bu aydınlık oyunun,
Birdenbire bulanlar içlerinde
Gülüncün sırrını,
Ne kadar benziyoruz şimdi,
Aynı tezgâhtan çıkmış testilere
Bir şey, bir şey kaldırdı bütün ayrılıkları!


Baksak aynalara
Tanır mıyız kendimizi,
Tanır mıyız bu kaskatı
Bu zalim inkârın arasından
Sevdiklerimizi.


Ben zamanı gördüm,
İçimde ve dışımda sessiz çalışıyordu,
Bir mezar böyle kazılırdı ancak,
Yıldırımsız ve baltasız,
Bir orman böyle devrildi!
Ben zamanı gördüm,
Kaç bakışta bozdu hayalimi,
Ve kaç düşüncede!
Ben zamanı gördüm,
Şimşek gibi bir ânın uçurumunda.

Kim tanır bizi şimden sonra,
Aydınlığı kıt gecemize
Misafir olanlardan başka;
Kuru tahta üstünde bizimle
Paylaşanlar günlerimizi
Ve benim gözlerimle bakanlar güneşe
Ancak tanır bizi
Mor çemberlerin uçuştuğu akşam sularından!
Akşamın tek bir ağaç gibi
Dal budak saldığı sular
Çocukluk rüyalarının bahçesi!
Sakın kimse el sürmesin dallara,
Yapraklar, meyvalar olduğu gibi kalsın
Benim uykum boyunca!

Ben zamanı gördüm,
Devrilmiş sütunları arasından
Çok eski bir sarayın
Alnında mor salkımlar vardı
Ve ilâhlar kadar güzeldi.
Uçmak için kanatlanmayı bekleyen
Yavru kuş gibi doğduğu kayada
Ben zamanı gördüm
Çırpınırken avuçlarımda.

Bak martılar kanat çırpıyor sana
Bir rüyadan kopmuş gibi bembeyaz
Yelkovan kuşları yalıyor suyu,
Sen ki bakışından yumuşak bir yaz
Gülümser en yeşil gecesinden
Ve sesin durmadan, durmadan örer,
Yıldız yosunu bir uykuyu...
Bak, martılar kanat çırpıyor sana.

Süzülen yelkenler var enginde,
Dalgalar var, güneş var.
Güneş ayna ayna, güneş pul pul
Güneş saçlarınla oynar
Omzundan tutar giydirir seni,
Sırtında tül olur belinde kemer
Boynunda inci
Ve dişlerinin zâlim çocuk sevinci
Birden Tanrılaşırsın genç adımlarında
Mevsimler önünde çözer yükünü
Bahçeler yığılır eteklerine!
Rüya ile
Hayal arasında
Hayal ile
Hakikat arasında
Yalnız sen varsın!
Gece ile
Gündüz arasında
Güneşle
Göz arasında
Yalnız sen varsın!

Niçin sen yaratmadın bu dünyayı?
Ellerinin mesut işaretlerinden
Daha güzel doğardı eşya!
Daha zengin olurdu aydınlık
Kendi karanlığından çağırsaydı sesin,
Sular başka türlü akardı
Sert kayalardan göklere doğru
Büyük, mavi, aydınlık sular!

Eğilme sakın üstüne
Kendi yeşilinde boğulmuş havuzların,
Ve bırakma saçlarını tarasın rüzgâr,
Durmadan çukurlaşan bu aynada!
Bilinmez hangi uzaklara götürür seni
Dudak dudağa öpüştüğün hayal!
Sokma güneşle arana,
İmkânsızın parıltısını!
Ve tanımadan, hiç tanımadan sev insanları!
Değişmenin ebedî olduğu yerde
Güzeldir hayat!

Ne kadar uzak, uzak
Yollardan gelir bize
Ve çok yabancı bir şey gibi sevinçlerimiz,
Keder durmadan çiçek açar içimizde.
Ne çıkar unuttuk hepsini!

Biz ki boş yere gerilmişiz anladık artık,
Yıldızların amansız çarkına
Ve boş yere sızlamış kemiklerimiz,
Bilmiyoruz şimdi, mevsim yaz mı, bahar mı
Bahçelerde hâlâ güller açar mı,
Bilmiyoruz, kadınlar, kızlar,
Şarkılar masallar var mı?
Gece ile gündüz,
Acıdan kaskatı kesilmiş yüz,
Uykusuzluktan harap göz,
Öpüşen dudaklar,
Çözülmeye razı olmayan eller var mı?
Ayrılık var mı gurbet var mı?
Biz beyhude yere gecikenler,
Çoktan bitmiş bir yolun ucunda
Bilmiyoruz şimdi ıssız gecede
Ne yapar ne eder,
Gidip de gelmeyenler,
Beyhude bekleyenler!
Biz ayın çıplak arsasında
Savrulan zaman kırıntıları.

Nerden bilelim bunları!



Ahmet Hamdi Tanpınar

14 Eylül 2010 Salı

değişen bir şeyler var sanki.
insanların bakışları, yağan yağmur, şehiir hep aynıydı
ama yine de değişen bir şey var
pencereden baktığımda beni ürperten rüzgarın bana söylemek istediği bir şey var
şimdi eski bir şarkı gibi yağmurlar
yağdıkça anı yağdıkça hüzün
yağmur yağıyor bugün
ağlasam karışır gider mi yokluğa?


31 Ağustos 2010 Salı

"Ve çekip gidecekse bu can tenden.. Neden böyle sadık bana iskeletim?"

Pablo Neruda


"En iyilerimizin sonu genellikle kendi ellerinden olur sırf uzaklaşmak için, ve geride kalanlar birinin onlardan uzaklaşmayı neden isteyebileceğini bir türlü tam olarak anlayamazlar.."

Charles Bukowski

26 Ağustos 2010 Perşembe

Hani gecenin bir yarısıdır
Balkona çıkmışsındır sebepsiz
Bir rüzgar eser ya
Hani seni senden alıp götürecek bir rüzgar
Hani gecenin verdiği huzurla oturursun ya kaldırımlarda
Güneş sımsıcak gülümser ya ardından
Hani hiç beklemiyorsundur ama
Üstüne yağmur çiseler ya birkaç damla
Hani sen varsın ya
Hani senin gibi
Yağmurlar var ya
Öyle bir şey işte
Aşk'ın tadı
Öyle bir şey...

1 Ağustos 2010 Pazar

Bedenimi satın alabilirsin, ruhumu da...

Elime tutuşturulmuş yaşam dilekçesiyle dünyanın kapısından adım atıyorum. Tanrı bedenime ruhumu üflediği andan itibaren şaşkınım. Bu hastalıklı ruhla birlikte dünyaya adım atmaktan çekiniyorum. Olay bağladığı anda O yoktu. Ruh bedene girdiği anda da yoktu ortalıkta. Aslında buna olay denilemez. Sıradan bir şeydi insanlık için. Yeni bir ruh hayat buluyordu anne karnında. Oysa ruh korkuyordu. En başından beri hissetmiştim. Ya korku benimle birlikte dünyaya gelecekti ya da varolmanın bedelini korkuyla ödeyecek olan tek insan olacaktım. Soğuk bir perşembe günüydü. Olay için de zaten en uygun gün perşembeydi. Bir annenin dünyaya hastalıklı bir ruh getirme günüydü perşembe. Daha çok korkuyordum. Daha sevinci görmemiş, gözyaşından nasibini almamış ruhum korkuyordu. Soğuk bir perşembe gecesi dünyaya gelmem gerekti. Tanrı neden bugünü seçti bilmiyorum ama, sanki olacaklardan haberdarmışım gibi daha doğmadan ölüm korkusu çökmüştü üzerime. Dünyaya gözlerimi açmak için bir gece vaktini bulmuş ama ilk acımı tatmıştım şimdiden. İnsanoğlu o berbat heyecan duygusuna karşılık hayatımı sahneye atmıştı. Tam dünyaya geleceğim derken hız sonucu yoldan çıkmış ve dört takla atmış arabanın içinde baygın yatan annenin karnında, korkuyordum. Kendi hayatına bile doğru - düzgün sahip çıkamayan insanoğlu küçük bir ruhun yaşaması için savaş veriyordu şimdi. Annesini ve babasını dünyaya merhaba dediği anda kaybeden hastalıklı ruhum ölüm karşısında direnmişti yıllarca. Olayın üstünden tam yirmi iki yıl geçti. Ruhum ölüm karşısında duruyordu ama bedenimin dayanacak gücü kalmamıştı. Beden ruhtan can alıyordu ama ruh da elinde sonunda onun için hazırladığım ölüm projelerinden bir tanesinin kaçınılmaz sonucunu yaşayacaktı. Dünya kapısından adım attığım andan itibaren elime tutuşturulan yaşam dilekçesinin verdiği huzurla sorgulamadan yaşadım. Fakat yaşam dilekçemi kaybetmiştim. En son O'na vermiştim. Yaşam dilekçemi kaybedince ölüm için dilekçe yazmaya başladım. Olayın üstünden yirmi iki yıl geçmişti ve şimdi masamın üstünde on altı ölüm dilekçesi duruyordu. Bir çoğu kabul edilmemiş eski dilekçeler. Dünyanın doğuşundan çok sonra dünyaya gelmiş bir peygamber kadar tek ve yalnızım ben. Ama tek yalnızlığımız benziyor sanırım onunla da... Bir görevim yok benim bu dünyada. Ne insanlara kabul ettirmek istediğim bir gerçek var ne de onlardan inanç bekleyecek kadar sağlıklı bir beynim. Evet aslında bir gerçeğim var. Tanrı acı kavramını benden sonra yaratmış. Üstümde sınıyor sanırım. Ama insanları bu gerçekle yüzyüze getiremem. Bu kadar basit değil gerçeğim. İnsanların ölümlere bile birkaç gün üzüldükleri bu dünyaya benliğimdeki acıyı gösterecek kadar basit değil ruh savaşlarım. Hastalıklı bir hücreyim ben. Evren yok olmam için tüm gücüyle çalışıyor. Size ruhum neden sonra parçalandı anlatıyım.
Yaşamak için yemin etmiş bir beden ruhumu esir almış, duygularımı ruhuma salık vermemesi için kalbimi tehdit ediyor. Sonra O geldi... Bedenim ruhuma söz geçiremez oldu, kalbim tehditlere aldırmaz hale geldi. İlk kez dünyada yaşamayı bir amaca bağladı ruhum. Hastalıklı ruhum ilk kez iyileşmek için savaştı. Ruhumu tamamlayan bir şeydi O. Kalbim damarlarıma sevgi duygusunu pompalıyordu. O ise benim damarımdı -kalbe giden yolum- Ben O'nu yaşatıyordum. Ben O'nsuz O bensiz olmazdı... Ama insanlar... Ruhlarını kaybetmiş, bedenleriyle Aşk'ı anlamaya çalışan insanlar O'nun olmadığını iddia ettiler. İddia etmekle kalmadılar O'nun bir hastalık olduğunu savunup, yıllarca gözü kitaptan kalkmamış müritlerinin Aşk'ımı satın almak için ürettikleri ilaçlarla O'nu ruhumdan aldılar.
Ruhumu tedavi ettiklerini sanan bu insanlara birkaç gün sonra ölüm haberim gittiğinde de şaşırmayacaklarını biliyorum.
Günde iki dilekçe yazmaya başladım artık. Biliyorum yakında boyun eğecekler ölümcül ''ölüm'' inadıma.

30 Temmuz 2010 Cuma

Aslında bir yerlerden başlamak gerekiyor söze.
Bir ucundan tutmak gerek hayatın
Gittikçe eskiyen bir kağıt parçası gibi
Solup gidecek ömrümüz
Üstümüze yazı yazılmasına izin bile vermeden.
Kabul edemediğim gerçekler var sanırım hala
Hala Aşk'ın ötesine geçemediğim bir zaman dilimi var
Neyi söylesem onu düşünme diyorlar
Korkunun doruklara ulaştığı zamana gelmek üzereyim
Bu kadar tek düze bir yaşam olabilir mi?
Her şey aynı sırayla..
Sevmek, aşık olmak, korkmak, acı çekmek
Bu kadar sıra'dan olmamalı hayat
İzin vermemeliydim
En başından görmeliydim bunu
Ama şimdi başlayacak gücüm yok
Allah'a yaklaşıyorum
Sadece duyguları yaşadıkça onu hissediyorum
Mantıktan eser yok yazdığım en büyük eserde
Duygularımla kahrolmayı seçiyorum
Başlayamıyorum