1 Ağustos 2010 Pazar

Bedenimi satın alabilirsin, ruhumu da...

Elime tutuşturulmuş yaşam dilekçesiyle dünyanın kapısından adım atıyorum. Tanrı bedenime ruhumu üflediği andan itibaren şaşkınım. Bu hastalıklı ruhla birlikte dünyaya adım atmaktan çekiniyorum. Olay bağladığı anda O yoktu. Ruh bedene girdiği anda da yoktu ortalıkta. Aslında buna olay denilemez. Sıradan bir şeydi insanlık için. Yeni bir ruh hayat buluyordu anne karnında. Oysa ruh korkuyordu. En başından beri hissetmiştim. Ya korku benimle birlikte dünyaya gelecekti ya da varolmanın bedelini korkuyla ödeyecek olan tek insan olacaktım. Soğuk bir perşembe günüydü. Olay için de zaten en uygun gün perşembeydi. Bir annenin dünyaya hastalıklı bir ruh getirme günüydü perşembe. Daha çok korkuyordum. Daha sevinci görmemiş, gözyaşından nasibini almamış ruhum korkuyordu. Soğuk bir perşembe gecesi dünyaya gelmem gerekti. Tanrı neden bugünü seçti bilmiyorum ama, sanki olacaklardan haberdarmışım gibi daha doğmadan ölüm korkusu çökmüştü üzerime. Dünyaya gözlerimi açmak için bir gece vaktini bulmuş ama ilk acımı tatmıştım şimdiden. İnsanoğlu o berbat heyecan duygusuna karşılık hayatımı sahneye atmıştı. Tam dünyaya geleceğim derken hız sonucu yoldan çıkmış ve dört takla atmış arabanın içinde baygın yatan annenin karnında, korkuyordum. Kendi hayatına bile doğru - düzgün sahip çıkamayan insanoğlu küçük bir ruhun yaşaması için savaş veriyordu şimdi. Annesini ve babasını dünyaya merhaba dediği anda kaybeden hastalıklı ruhum ölüm karşısında direnmişti yıllarca. Olayın üstünden tam yirmi iki yıl geçti. Ruhum ölüm karşısında duruyordu ama bedenimin dayanacak gücü kalmamıştı. Beden ruhtan can alıyordu ama ruh da elinde sonunda onun için hazırladığım ölüm projelerinden bir tanesinin kaçınılmaz sonucunu yaşayacaktı. Dünya kapısından adım attığım andan itibaren elime tutuşturulan yaşam dilekçesinin verdiği huzurla sorgulamadan yaşadım. Fakat yaşam dilekçemi kaybetmiştim. En son O'na vermiştim. Yaşam dilekçemi kaybedince ölüm için dilekçe yazmaya başladım. Olayın üstünden yirmi iki yıl geçmişti ve şimdi masamın üstünde on altı ölüm dilekçesi duruyordu. Bir çoğu kabul edilmemiş eski dilekçeler. Dünyanın doğuşundan çok sonra dünyaya gelmiş bir peygamber kadar tek ve yalnızım ben. Ama tek yalnızlığımız benziyor sanırım onunla da... Bir görevim yok benim bu dünyada. Ne insanlara kabul ettirmek istediğim bir gerçek var ne de onlardan inanç bekleyecek kadar sağlıklı bir beynim. Evet aslında bir gerçeğim var. Tanrı acı kavramını benden sonra yaratmış. Üstümde sınıyor sanırım. Ama insanları bu gerçekle yüzyüze getiremem. Bu kadar basit değil gerçeğim. İnsanların ölümlere bile birkaç gün üzüldükleri bu dünyaya benliğimdeki acıyı gösterecek kadar basit değil ruh savaşlarım. Hastalıklı bir hücreyim ben. Evren yok olmam için tüm gücüyle çalışıyor. Size ruhum neden sonra parçalandı anlatıyım.
Yaşamak için yemin etmiş bir beden ruhumu esir almış, duygularımı ruhuma salık vermemesi için kalbimi tehdit ediyor. Sonra O geldi... Bedenim ruhuma söz geçiremez oldu, kalbim tehditlere aldırmaz hale geldi. İlk kez dünyada yaşamayı bir amaca bağladı ruhum. Hastalıklı ruhum ilk kez iyileşmek için savaştı. Ruhumu tamamlayan bir şeydi O. Kalbim damarlarıma sevgi duygusunu pompalıyordu. O ise benim damarımdı -kalbe giden yolum- Ben O'nu yaşatıyordum. Ben O'nsuz O bensiz olmazdı... Ama insanlar... Ruhlarını kaybetmiş, bedenleriyle Aşk'ı anlamaya çalışan insanlar O'nun olmadığını iddia ettiler. İddia etmekle kalmadılar O'nun bir hastalık olduğunu savunup, yıllarca gözü kitaptan kalkmamış müritlerinin Aşk'ımı satın almak için ürettikleri ilaçlarla O'nu ruhumdan aldılar.
Ruhumu tedavi ettiklerini sanan bu insanlara birkaç gün sonra ölüm haberim gittiğinde de şaşırmayacaklarını biliyorum.
Günde iki dilekçe yazmaya başladım artık. Biliyorum yakında boyun eğecekler ölümcül ''ölüm'' inadıma.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder